Ölmeden önce yapılacaklar listemden bir maddeyi daha tamamladım...
Bundan yaklaşık altı ay önce ''Bu sene hangi ülkede doğum günümü kutlamalıyım?'' diye kara kara düşünürken aklıma felsefe öğretmenim Seher Hoca sayesinde Yunanistan'a özellikle Atina'ya karşı bir merak oluşmaya başladı. Her gün Akropolis'in fotoğrafına bakıp yatmaya başladım derken çok ani bir kararla ''Bu yıl kesin Atina'ya gidiyorsun İpekciğim!'' diye bir karar verdim (nasıl gaza geldiysem siz düşünün artık)
Babam bir planımın olduğunu sezmişçesine karın ağrımın olduğunu anladı ''Yine ne istiyorsun bakalım?'' demesine kalmadan ''Ben Atina'ya gidiyorum sizden izin de almıyorum çünkü orada 18 yaşında olacağım ve artık bana karışamazsınız (bak hele asiliğe bak)üstelik de kendi paramla gideceğim ama bir miktar yardım ve yataklık yapsan harika olur'' diye atılınca babam da şaşırdı. O surat ifadesini hiç unutmam. Bir yandan şaşkınlık bir yandan gurur bir yandan da endişe vardı yüzünde.Ani kararlar alırım ama bunu babam da pek beklemiyordu...
Sanki ''Daha yaşın kaç başın kaç nereden senin paran oluyor?'' dediğinizi duyar gibiyim ama geçen yıl sırf yeni yerlere gidebilmek için Akçakoca'da bulaşıkçılık yaptım ve gerek ilk iş deneyimim olması nedeniyle , gerekse hayallerim için ilk defa bir adım atmıştım. Üstelik okulda yemek yemem için verdikleri parayı biriktirdim, sık sık evden yiyecek getirdim, bazen simit yedim, bazen de ne yalan söyleyeyim aç kaldım. Otobüs kartına para doldurmamak için yürüdüm. Aslında iyi de oldu epeyce kilo verdim. İşte, bir yerlerden kısarak epeyce param oldu.
Ben hala Atina hayali kuruyorum ama zavallı anacığım kızının bu kararını hala bilmiyordu... Derken bir gün ailecek bir yerde bir şeyler içerken ortamı da esprilerle,kahkahalarla yumuşatmışım. ''Fırsat bu fırsat, kızım çıkar ağzındaki baklayı artık lan! İzin vermezlerse en kötü evden kaçıp gidersin birkaç hafta küs kalırsınız'' diye kendimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Her şeyin zamanı olduğu gibi artık ağzımdaki baklayı çıkarmanın zamanı gelmişti. Hissediyordum. ''Ben bu yıl 18.yaşımı Atina'da kutluyorum haberin olsun'' diye ağzımdan yarım yamalak sözcükler dökülüverdi. Babam ve annemden sert bir tepki beklerken babam ''Ee kızım biz de gelelim ne dersin?'' demez mi!
Hayatımda yaşadığım en büyük mutluluk ve şaşkınlıklardan birini yaşıyordum . Sanki yıllardır istediği oyuncağa sahip olmuş çocuklar gibi... Eve varır varmaz 19 Temmuz için uçak biletimizi uygun fiyata aldık . Ama nasıl mutluyum var ya sanki piyangodan büyük ikramiyeyi tutturmuşum gibisine bir mutluluk. Bende bir bayram havası, saçma sapan danslar eden bir İpek ve sevinçten verdiğim tepkilere ''Allah ıslat etsin'' der gibi bakan anne ve babamın yanacıklarına öpücüklerimi kondurup sımsıkı sarılıyorum...
SEYAHAT ZAMANI GELDİ
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı; sınavlara girdim çıktım. Mutlu da oldum,ağladığım da oldu ve 19 Temmuz geldi çattı. Bu süre içinde asla hayal kurmayı ve Akropolis'in fotoğrafına bakmadan uyumayı asla bırakmadım.
Annem ve babam biraz telaşlıydı (babam belli etmemeye çalışsa da kaç senelik çocuğuyuz bıraksın da tanıyalım) ilk defa üçümüz tur paketi olmadan bir tatile çıkıyorduk ve otel ayarlamadan gezi planına kadar her şey benim programımda ve sorumluluğumdaydı. Ailem biraz da Yunanistan ve Türkiye arasındaki siyasi gerginliklerden dolayı biraz tedirginlerdi.
ATİNA BİRİNCİ GÜN
Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan Atina'ya yaklaşık gözaçıp kapayıncaya kadar ulaştık. Havaalanından şehir merkezine vardığımızda saat 13.00'a geliyordu. Havadan gördüğümüz kadarıyla hemen hemen her yer zeytin ağaçlarıyla doluydu ve aklıma bahçemize diktiğim ''Devrim'' adını verdiğim zeytin fidanım gelmişti. Bu fidanı dikmemin en önemli nedenlerden birisi hem dünyaya bir iz bırakmak hem de Mavi Gözlü Dev'in ''Yaşamaya Dair''şiirindeki
''...Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından.''
mısralarından dolayı bir zeytin fidanı dikmeyi kendime, doğaya borç bilmiştim...
ATİNA'NIN ADI NEREDEN GELİYOR
Konu Atina ve zeytin ağaçlarına gelmişken Atina adının nasıl alındığını söylemezsek olmaz!
''Atina'ya en yararlı armağanı veren tanrı yarışmanın da galibi olacaktı. Önce Poseidon gelmiş yarışma alanına. Elinden hiç düşürmediği üç dişli yabasıyla toprağa vurunca, yer yarılıp içinden bir at çıkmış. Bu güzel hayvana hayran hayran bakan tanrısal hakemler neredeyse Denizler Hakanı'nı galip ilan edeceklermiş ki, Athena gelmiş. Narin ellerini, sanki okşuyormuşçasına usul usul Toprak Ana'nın bağrına daldırmış. Oradan çıkardığı taptaze, körpecik bir fidanı yine Toprak Ana'nın bağrında açtığı bir çukura özenle yerleştirmiş.
Yeryüzünün ilk zeytin fidanıymış bu. Fidan, tanrılardan oluşan hakem kurulunun şaşkın bakışları arasında bir anda büyüyüp gelişmiş, dalları her yandan pıtırak gibi zeytin taneleriyle örtülmüş.
Athena, ''Ey tanrısal hakemler!'' diye seslenmiş. ''Bu gördüğünüz ağacın meyveleri hem bu şehirde hem de başka şehirde yaşayan insanlar için değerli bir besin olacaktır. Yağları da, geceyi aydınlatan yıldızlar gibi ışıklandıracaktır karanlık tapınaklarınızı! Karar şimdi yüce kurulunuzundur.''
Tanrılar bu konuşma üzerine birinciliği Athena'ya verirler. Tanrılar katında şehir artık ondan sorulacaktır. Şehir de bundan böyle Athenai (Atina) diye tanrıçanın adıyla anılır hep.'' Bu efsaneyi Sorularla Mitoloji'' kitabında okumuştum, demek ki şehirdeki zeytin ağaçlarının sırrı budur...
Havaalanından bavullarımızı aldıktan sonra kişi başı 10 Euro'ya bilet alarak metroyla yeşil hat üzerinden Syntagma Meydanında indik. Metronun yürüyen merdivenlerinden çıkarken çok heyecanlanmıştım. Bizi nasıl bir macera bekliyor diye... Hepimizin de karnı açtı ve Yunan simidi koulouri aldık . Hemen çevrimdışı haritamı açıp otele doğru gidiyorduk ama bir sorun vardı! Harita bizi ara sokaklara sokmuştu. Bu ara sokaklar da göçmenlerin bol bulunduğu bir mahalleydi. Hava sıcak, ellerimiz dolu, yükümüz ağır, insanlar sürekli bağırıyor, boynumuzdaki fotoğraf makinesine bakıyor, annem korkuyor ve sinirleniyor bunu da babama yansıtıyor. Bizimkilerin surat ifadelerinden ben daha da geriliyorum... Bir et pazarının önünden geçiyoruz ve kusacak gibi oluyorum. İçeride tarifi imkansız bir koku vardı oradan hızlı hızlı uzaklaşırken sonunda otelimizi bulduk. Giriş işlerimizi yaptıktan sonra valizleri odamıza bırakıp gezmenin zamanı gelmişti.
Bu sefer ara sokaklardan değil de ana cadde üzerinden elbet bir yerlere çıkarız ümidiyle Monastiraki Meydanı'na ulaşmışız. Ulaşmışız da benim ilk dikkatimi çeken şey bana tepeden bakan Akropolis'ti. Bir an önce yarın olsa da on sekizime Akropolis'de gireyim diye sabırsızlanıyordum ama bir yandan ''Kaç mevsim, kaç ay, kaç hafta, kaç gün bekledin de yirmi dört saat mi bekleyemeyceksin? diye sabrediyordum.
Yarına az kaldı. Şimdi zaman anın tadını çıkarma zamanıydı sonuçta. Monastiraki Meydanı'ndaki Tsisdarakis Camisine geçtik. Bu cami 18. yy'da Osmanlı döneminde yapılmış ve yapımında Zeus Tapınağı'ndan alınan bazı kolonlar kullanılmış. Burası cami, askeriyeye hizmet, hapishane olarak kullanılmış ve günümüzde de müze olarak devam ediyor.
Monastiraki Meydanı'da görülecek yerlerden birisi de Flea Market'ti. Lokum, nazar boncuklu aksesuar satan dükkanlarıyla bana Antalya'nın Kaleiçisi'ni anımsattı desem yanlış olmaz. Hatta ''Yat limanına mı iniyoruz?'' diye de düşündüm valla. Flea Market'i gezip karnımızı doyurmak için bir lokantada pizzalarımızı yedikten sonra Hadriam Kütüphanesi'ni ziyaret etmek istedik ama saat 15.00 da kapandığı için bir saatlik farkla kaçırdık. Biz de etrafını dolaşıp oradan fotoğraflar çektik.
Etrafı dolaşmak için yürüdüğümüzde Akropolis'e çıkan yola saptığımız için kendim de dahil üç kişinin gezi lideri olarak ''Sevgili Pamfilyalılar asıl hedefimiz olan Akropolis yarınki rotamızda bulunuyor. Şimdi derhal Monastiraki bölgesini gezmeliyiz!!'' diyerek itiraz ettim. Dolaşırken Atina hakkında, sayesinde bolca bilgi edindiğim www.komsudaneoluyor.net' in sahibi Mehmet bey ile karşılaştık.
Tanıştıktan, biraz yol üstü sohbet edip vedalaştıktan sonra Syntagma Meydanı'nın oradaki Parlemento binasının önünde turistlerin ilgisini çeken 'Efzun' askerlerin nöbet değişimini izlemeye gittik.
Efzunların tarihi kökeni 1820 'lerdeki Osmanlı'ya karşı bağımsızlık savaşına dayanmaktaymış. Her saat başı nöbet değişimi yapan bu askerleri izlemek için tam zamanında oradaydık. Bu askerlerin en dikkat çekici özelliği kıyafetleri. Çünkü bunlar bilinenin aksine etek giyiyorlar. Şahsen okuduğum ve sohbet ortamında gördüğüm ve duyduğum kadarıyla insanlar bunu komik bir şey olduğunu düşünmüşler.
Kıyafetlerin anlamına gelirsek:
Kırmızı kepleri, savaşta akıttıkları kanı, ayakkabılarının ucundaki ponponlar düşmanı yaralamak için sakladıkları bıçakları kamufle etmek, giydikleri pileli eteklerdeki her bir pile Osmanlı İmparatorluğu altında geçen her bir yılı temsil ediyormuş ve okuduklarıma göre bu eteklerde 400 pile varmış. 400 yıl he dile kolay!
Çok az bir uykuyla bir günden fazla yolculuk ettiğimiz için erkenden otele gidip uyuduk ki 20 Temmuz yani doğum günüme enerjik bir şekilde başlayalım.
İKİNCİ GÜN: HAYALİMİ GERÇEKLEŞTİRDİM
Yol yorgunluğunun üstüne ne de güzel gelmişti ama uyumak. Sabah güne enerjik ve dinç başladım vee bugün 20 Temmuz 2018. Bugün benim doğum günüm. Bu bugün dünya gezegenindeki 18.yılım. Tamam 18 olduk değişen çok bir şey olmadı ama hayalimi gerçekleştirdim bugün!
Kahvaltımızı yaptıktan sonra Omonia Meydanı üzerinden Ulusal Parka ulaşmak üzere yola koyulduk. Bu sırada yolumuzun üstünde dikkatimizi çeken birkaç binaya girdik. Bunlardan bazıları Milli Kütüphane ve Atina Deanery Üniversitesi ve Atina Akademisi. Deanery Üniversitesi Atina'da 1837 yılında neo-klasik tarzda inşa edilmiş hukuk,felsefe, tarih... gibi sosyal alanda eğitim veren en eski ve en önemli okullardan biriymiş... Ama bizi, gerek mimarisiyle gerekse binasının girişindeki Sokrates ve Platon heykelleriyle etkileyen Atina Akademisi oldu.
Soldaki ''Boş bir kafa, şeytanın çalışma odasıdır.'' sözlerinin sahibi ve Sokrates'in öğrencisi Platon, ortadaki ben sağdaki ise ''Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez.'' sözlerinin sahibi Sokrates.Şu hayatta herkes Platon ve Sokrates ile fotoğraf çekilemez işte böyle.
TANRILAR TANRISI ZEUS
Ulusal Bahçeye gitmek için Syntagma Meydanı'ndan geçerken tekrar askerlerin nöbet değişimine denk geldik ve fotoğraf çekmek için biraz duraklayıp soluğu kuşların durmak bilmeyen cıvıltılarıyla ve çeşit çeşit ağaçların karşıladığı yeşilin binlerce tonunu görebileceğimiz Ulusal Bahçede aldık ve dolaşarak kuş cıvıltıları ve yeşillikten sıyrılarak ''Yapılacak Listesi''ndeki Zeus Tapınağı'na gittik.
Olympian Zeus Tapınağı MÖ 6.yy'da inşa edilmiş ve Tanrı Zeus'a adanmıştır. Yunan toprağının en büyük tapınağı sayılıyormuş. Bazı savaş ve yağmalamalar sonucunda geçmiş yıllarda kullanılamaz hale gelmişse de kalıntılarıyla günümüzde turistler tarafından sıklıkla ziyaret edilen bir mekan.
OLYMPİAN ZEUS TAPINAĞI
Tapınağın çıkışında bu sefer listemizde görmemiz gereken Hadrian Kapısı da çıkışta bizi bekliyormuş haberimiz yok. Hadrian Kapısı, Roma İmparatoru Hadrian adına şehri ziyareti sırasında bir hatıra olarak yaptırılmış.
Hadrian Kapısı
AKROPOLİS MÜZESİ
Akrolis'ten önceki son durağımız olan noktaya doğru giderken çantamızda suyumuzun bittiğini görünce bir markete dalıp ihtiyaçlarımızı tamamladıktan sonra Akropolis Müzesi'ne yürüyorduk ve karşımda gördüğüm gyros satan fast-food dükkanına girerek denemem gerektiğini düşündüm. Gyros bizim bildiğimiz dönerden farklı olarak domuz etinden yapılıyor olması. İçindeki baharat ve yoğurtlu sosuyla tadı lezzetliydi. Yemeğimi yedikten sonra fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla iç ve dış tasarımının çok güzel olduğu bir müzeye gelmiştik. Evet burası Akropolis Müzesi... Girişinde dışarıya kadar uzayan sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir kuyruk vardı. Biletlerimizi alıp çantalarımızı bıraktıktan sonra yavaş yavaş gezmeye başladık. Müzede fotoğraf çekmek çoğu alanda yasak olduğu için nadir şeyler çekerek anın tadını çıkararak gezmek de güzeldi.
AKROPOLİS
Heyecandan yerimde durmakta zorlanıyordum, 45 dakika bilet sırasından sonra artık tam da olmak istediğim yerdeydim! Girişte bizi Propylaion karşıladı tabii o eski halinden pek eser kalmamıştı ama olsun. Az ileride Yunan Şarap Tanrısı Dionysus'a adanmış Dionysus Tiyatrosu bulunuyordu. İlk dikkatimi çeken şey ise sahnenin hemen önündeki protokoldü ve söylenenlere göre ilk dramalar burada sergilenmiş.
Günümüze kadar ulaşmayı başarabilmiş Akropolis'deki bir diğer eser ise Odeon of Herodos Atticus. Günümüzde hala konserlere ev sahipliği yapmakta ve ben sanki bir zaman yolculuğundaydım. Yoğun bir kalabalığın olduğu tarafa giderken anlamıştım karşıma Parthenon Tapınağı'nın çıkacağını. Artık tam da olmak istediğim yerdeydim ve amacıma ulaşmıştım...
Parthenon Tapınağı 5. yy'da inşa edilip Tanrıça Athena'ya adanmıştır. Yunan mimarisinin en mükemmel ve en önemli eserlerinden ve aynı zamanda Atina demokrasisinin sembolü sayılmaktadır. Geçmişte kilise, Osmanlı İmparatorluğu Yunan topraklarını yönettiği zaman cami, 17. yy'da cephanelik olarak kullanılmış. Ancak, 2. Viyana Kuşatmasında Osmanlı bozguna uğrayınca Venedikliler tarafından vurulmuştur. Fotoğrafta gördüğünüz bu inşaat da 1983 yılından beri yapılan restorasyon çalışmalarından dolayıdır.
Nike ve Erechtheion Tapınaklarını görüp etrafı dolaştıktan sonra çıkmaya karar verdik. İnternet ortamında ''Komşuda Ne Oluyor'' da dolaşırken Akropolis'in eteklerinde Anafiotika diye bilinen bir bölge olduğunu okudum ve fotoğraflarda incelediğim kadarıyla tıpkı Yunan adalarındaki yerlere benziyordu, beyaz duvarları, mavi kapı ve pencereleriyle... Burada yaşayan insanları rahatsız etmeden tek kişinin girebileceği darlıktaki sokakları dolaştık. Bu bölgenin çok fazla kişi tarafından keşfedilmediğini düşünüyorum. Çünkü bizden başka kimsecikler yoktu. Annemin ve babamın bu yerlere sanki daha önce gelmişim gibi çok kolay yol bulmamdan gözlerindeki şaşkınlığı ve böylesine güzel yerleri görebilmesinin mutluluğunu okuyabiliyordum.
Soğuk bir şeyler içmek için Plaka bölgesine geçtik. Merdivenlerden inerken garsonların davetlerinden sıyrılarak kırmızı sandalyeleriyle bizi kendine çeken Apollonia Lyra Kafe'de açlığımızı yatıştırsın diye bir Yunan salatası yedik ve serinlemek için bir şeyler içtik. Çalışanlar çok sıcakkanlıydı, onlar bana Yunanca kelimeler ben de onlara Türkçe kelimeler öğrettim, biraz siyaset, biraz kültürlerden bahsettik. Salatamızı bitirip buzzz gibi karpuz ikramlarından sonra Yunanistan'ın İstiklal'i Ermou Caddesine doğru yola çıktık. Ufak tefek şeyler aldıktan sonra Monastiraki Meydanı'nda bulunan Bairaktaris tavernaya uğradık. Bairaktaris tavernaya çok övgüler geldiğini okumuştum.
TÜRK-YUNAN DOSTLUĞU
Bairaktaris Taverna 1879'dan günümüze kadar hizmet veriyor. Sahibi İstanbul Rumlarından Niko Bairaktaris kendisiyle tanışmak için zamanımız olmadı ama tavernanın içindeki fotoğraflarla görebildik kendisini. İçeride Erdal Özyağcılar ve Mehmet Ali Birand'ın fotoğrafları da var. Garsonlar masamızı gösterirken onlarla da sohbet etme fırsatı bulunca Türkiye'den geldiğimizi ve bugün doğum günümün olduğunu söyleyince canlı müzik alanının hemen önünden yer verince sevindik. Yunan rakısı uzo eşliğinde yemeklerimizi yiyip müziğin keyfine dalıyorduk. Müzisyenler ara verdikleri zaman da onlarla sohbet etme fırsatı yakalayınca Türk ve Yunan dostluğundan bahsetmek ve müziklerine döndükleri sırada bugünkü tüm şarkılarını Türkiye'ye hediye ettiğini söylemesi bizim için güzel bir jestti. İlerleyen saatlerde yarına dinç başlamak için otele gittik.
ÜÇÜNCÜ GÜN 21.07.2018
Atina ziyaretimizn üçüncü, Temmuz ayının 21. günü. Bugün ilk görmemiz gereken yerlerden birisi Ulusal Arkeoloji Müzesi... Kahvaltımızı yapıp hazırlandıktan sonra tabanlara kuvvet... Binasının büyüklüğü kadar içerisi de bir o kadar büyükmüş ki biz dört saatimizi burada geçirmişiz, saate bakınca şok olduk.
Sergilenen inanılmaz güzellikteki takılara hayret etmemek gerçekten imkansız! Kendi kendime ''Lan bu nasıl ilkel dönem? Bu heykeller, bu takılar nasıl bu kadar eski çağlara ait olabilir, acaba bizleri mi kekliyorlar?'' diye geçti aklımdan.
Gezdiğim hiçbir müzede bu denli güzel takılar görmemiştim. İçeride farklı farklı medeniyetler sizin ziyaretlerinize açık şekilde bekliyor. Eski Mısır Medeniyetlerinden çıkan kazıları da lütfen atlamayın!
Dört saatin sonunda biraz dinlendikten sonra içinde Fethiye Camisi bulunan Roma Agorasını ziyaret ettik. Fakat günümüze kadar birkaç sütun ve Fethiye Camisi dışında bir şey kalmamıştı. Agora'da çok zaman geçirmedik onun yerine Plaka'da dolaşıp Omonia Meydanı'nda biraz alışveriş yaptıktan sonra dünkü yediğimiz yemekler, çalışanların samimiyeti, müziklerinin güzelliğinden tekrar Bairaktaris Taverna'ya gittik. Dünkü gibi eğlendikten sonra dinlenme zamanı gelmişti...
DÖRDÜNCÜ GÜN
Bugün modum yüksek değildi ama yine de gezmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Asıl durağımız Pire'ye gitmek için Monastiraki Meydanı'nda bulunan istasyona gelerek mavi hat ile son durakta indik.
Pire hakkında en bilinen şey burasının bir liman şehri olduğu. zira Pire limanında bulunan büyük yolcu gemilerinden, Yunan adaları ve İtalya kıyılarına giden feribotlardan anlaşılabilir. Haftasonu olduğu için dükkanların çoğu kapalı ve insanlar yoktu ve bu durum biraz sıkıcı geldi bana. Bu fikirde yalnız olmadığımı öğrenince önce açık bir kafede Yunan kahvesi içip öyle dönmeye karar verdik. Kahveleri karton bardaklarda verdikleri için fala da bakamadık mecbur...
Döndüğümüzde modern anlamda olimpiyatlara ev sahipliği yapan ilk stadyum olan Panathinaiko Stadyumu'na gittik. Gezmemizi bitirip Milli Bahçe'den girip bilmediğimiz bir yerden çıktık. Alıp başımızı yürüdüğümüz cadde boyunca etrafımızda çeşitli elçilikler vardı. İki gün önce aradığımız Aristo'nun Atina'da kurduğu ''mukaddes bahçe'' anlamına gelen ve ''lise'' kelimesinin kökeni olduğu Lykeion'u yerde ararken gökte bulduk desek tam yeridir. Biz Akropolis'ten kombine bilet aldığımız için ayrıca bir para ödemedik, hatta sadece gezdiğimiz yerlerde annem için para ödedik. Babamın basın kartı benim de yaşımdan dolayı...
ARİSTO'NUN OKULU
Evet, ne diyorduk?
Aristo, Lykeion diyorduk. Günümüze kadar gelen çok az kalıntılar vardı ama burada olmaktan hoşnuttum. Düşünün yani koskoca Aristo'nun okulundasın. İçeriyi gezip gördükten sonra artık içim daha rahattı. Bugünlük bizden bu kadar deyip dinlenmeye çekildik.
ATİNA'NIN ACI GÜNÜ
Gezimizin beşinci günü hem bizim hem Atina ve Ynan halkının en acı günü oldu. Dün babamla konuştuğumuz tatil bölgelerden birine gidip hem turizmi gözlemlemek hem de denize girmek için trenle Kineta'ya gidecektik ama annemin günde 30 kilometreden fazla yürüdüğümüz için ayakları çok ağrıyordu. Epeyce baba kız anneme sitem ettikten sonra mecburen gidemedik. Listemdeki yerlerin tümünü gezdiğimiz için bolca boş zamanımız vardı. Hiç olmazsa almak istediğim birkaç parça şeyi bir AVM'ye giderek tamamlayayım diyerek gitmeye karar verdik ama aradığım şeyleri bulamadan birkaç şey alıp merkeze indik.
Günlük güneşlik olan hava bir anda kapandı Ermou Caddesi'nin yakınlarında olduğumuz için birkaç gün önce oturduğumuz kafeye geçtik. İçeceklerimizi içip, karşı masadaki çocukla sohbet ederken bir yandan da televizyon izliyorduk ama bir şeyler ters gitmeye başlamıştı. Etraf grileşti ve çok şiddetli fırtına çıktı. Öylesine şiddetliydi ki civardaki bazı masalar uçtu, hepimiz etrafı şaşkınlıkla izlerken bu sırada televizyonda yayın değişti... Canlı yayında orman yangını haberleri veriliyordu. Yunanca bilmediğim için çocuğa soruyorum ''Neler oluyor? Her şey yolunda mı?'' diye. Çocuk bazı şeyleri bana tercüme ediyor, ben de bizimkilere anlatıyordum. Yangının Kineta'da çıktığını öğrenince hepimiz şok olduk. Yunanlı genç, daha cumartesi günü orada olduğunu ve insanların haftasonu tatil yapmak, denize girmek için o bölgede evlerinin olduğunu söyledi. Bir süre daha haber yayınını izlemek için kaldık ama fırtınanın artmasıyla hemen bir taksiye atlayıp otele dönmek zorunda kaldık. Babam mesleki dürtüsünden dolayı oraya gitmeye kafaya koydu ama annemin ve benim ısrarımız sonucu istemese de bize teslim olmak zorunda kaldı. Hiçbirimizin ağzını bıçak açmadı sadece dilini bilmediğimiz bir ülkenin televizyondaki haberlerini takip ediyorduk. Ortak paylaştığımız bir şey vardı o da acımızdı... Atina'da herşey 20 dakikada bitmişti. Sonradan 97 kişinin yangında hayatını kaybettiğini öğrenecektik.
SON GÜN
Ve dönüş zamanı...
Sabah kalkar kalkmaz internetten haberleri takip ettik ve can kaybının yüksek olduğunu görünce çok üzüldük. Kahvaltının ardından çıkış işlerimizi hallettik ve bavulları emanete verdik. Sonunda aradığım şeyleri son gün bulabilmiştim. Atina'nın graffitili sokaklarında son saatlerimdi güzel bir gezi geçirdim. Bu bizim kendi başımıza gittiğimiz ilk geziydi, sadece bir rehber vardı o da bendim. Gezginlik hayalime biraz daha yaklaştığım bir geziydi. Bir sonraki gezide görüşmek üzere...
NOT: YOL AÇIK, YOLA ÇIK!