1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra 80 – 100.000 Türk’ün ana gelir kaynağı Rumlar’dan ele geçen ganimetler, ayrıca ‘’gümrüksüz-vergisiz’’ ithal edilen çanak-çömlek, kap-kacak, bez-çaput ve elektrikli ev- aletleri-idi... Evlerin ‘’olmazsa olmazı’’ PYREX başta, sözde sosyetik mutfak malzemesini ucuza almak için Kıbrıs’a köprü kuruldu... Oluşan iş koluna. ‘’GÖZ YUMULAN KAÇAKÇILIK’’ diyelim...
Kendi aldıkları bedavaya gelsin diye evden satışa ve dahi GİRNE PAZARI, KIBRIS ZÜCCACİYE, MAGOSA KOTÇU gibi isimlerle açılan dükkanlara mal yetiştirmek gerekti... Alan memnun, satan memnun...
1974’den önce, Rum mezalimi ile İngiltere, Avustralya veya SON ÇARE Türkiye’ye göçmemiş Kıbrıslılar, çiftçiliği ve işçiliği tamamen unutup ticaret erbabı oldu !.. Öyle bir ticaret ki sattığını ya bedavaya bulur veya gümrüksüz-vergisiz, talep yoğunluğundan ‘’satış garantili’’ bedavaya yakın fiyata alırdı... Dükkanlar zaten hazırdı... Elbette Türkiye’den de Kıbrıs’ta olmayan mal ve malzemeyi satmak için yoğun bir VALİZ TİCARETİ vardı... Al takke – ver külah !..
Türk Kıbrıs’a uçan tek havayolu THY ve hemen kurulan KTHY’den bilet alıp Kıbrıs’a gitmek HERKESİN HARCI DEĞİLDİ... 30 saat otobüs yolculuğunda telef olmadan Mersin’e vardıysan, maddi durum nedeniyle yolcuların %1’i Mersin’in iki otelinden birinde kalır, %99’u 5-yıldızlı park, liman, plaj, kaldırımda çok da tarifeli olmayan feribotu 2 – 3 – 4 – 5 gün beklerdi...
Sağ kulağını sol elinle gösterir gibi Girne Limanı’nın uygun olmaması nedeniyle 4 – 5 saat yerine Magosa’ya yeni adıyla Gazimağusa Limanı’na 12 – 14 saatte gidilirdi... Kalorifer yakıtı ile çalışan İstanbul ve Yeşialada adlı iki feribot uzaktan göze kuğu gibi gelirdi... Geminin geldiğini kesif bir sentetik yanık kokusundan bütün Mersin anlardı... Bu feribotların her seferi iki roman, üç filme konu olur... İstihap haddi yalnız vasıtalar için geçerliydi... Yolcu sayısında kısıtlama yoktu, ilkel kamaralarda seyahat etmeyene oturacağı yer yoktu... Tam bir köy panayırı... Kafeterya, güverteler, koridorlar, sağlık nedeniyle insanlar yasak olan vasıta ve yük bölümü, araçların içinde, hatırlı olana kaptan köşkü ve hatta makine dairesinde yerde otururken yanında getirdiği yollukları çatlayana kadar yerdi... Bu feribotlar, iç deniz, göl, körfez gibi rüzgarsız-dalgasız sular için, altı düz yapılmıştı... Sallantıyı yolcuya hissettirmeyecek hidrolik denge süspansiyonu zaten yoktu...
Akdeniz, hırçındır... Yazın bile karadan 3 – 4 mil açıkta hem estirir, hem sallar... Rota, Kıbrıs’ın kuyruğu Karpaz’ın etrafından dolaşmalı olduğundan ve tam Doğu’ya giderken keskin Batı’ya dönülen Aya Andrea burnunda kusmak garantiliydi... 1.000 kişiye, ‘’çalışıyorsa 4 tuvalet’’ olduğundan dışkıdan sakınırken artık kaçmana imkan olmayan, üstüne basıp düşenlerin kolunu-bacağını kırdığı kusmuklarda yuvarlanarak Magosa’ya, yeşermiş, morarmış olarak varılırdı... Ben, gidiş-dönüş olarak iki seferin gazisiyim...
Çeşme-Sakız arasında 30 metrelik balıkçı teknesi işleten Ertürk Denizcilik, ‘’benim onlardan neyim eksik’’ diyerek Silifke/Taşucu – Girne arasında seferlere başladı... İkinci harekattan hemen sonra, o zaman Kurmay Yarbay olan babam, görevli olarak Kıbrıs’a giderken, birinci harekattan beri Kıbrıs’ta olan annemi ve akrabaları da görmek için iki oğlunu da yanına aldı... Çok cesur ve mantıklı birinin tavsiyesiyle, babam ve abimle beraber bir tek kez GİDİŞ yaptığımız seyahati unutmamıza imkan yok... Dönüş biletlerini yakmıştık ...
Taşucu Balıkçı iskelesine bağlı ceviz kabuğu kadar tekneye 3 de araba yüklüyorlardı... Gümrük, pasaport, emniyet HEPSİ SEYYAR... Teknede, içeride oturulacak 20 kişilik yer ya var, ya yok... Kalanlar, şeker parçasını kaplamış böcekler gibi heryerde... Yola çıktıktan 15 dakika sonra sallanmaya değil, batmaya başladık veya tekne denizaltı oldu... Korkuluklara tutunup, zevkle etrafı seyredip topu-topu 2 – 3 saat sabredeciğimiz seyahat düşünürken babam hepimizi kemer ve iplerle korkuluklara bağladı... Teknede, tahliye botu olmadığı gibi can yeleği hak getire... Milattan önceden kalmış, 10 – 15 adet can simidi sünger gibi su emiyor... Can kurtarmadan geçtik, hızlı batmana yardımcı olacak... Mürettebat dahil, herkes öğüre, böğüre kusuyor... Kalın barsağın neredeyse ağzından çıkacak... Feribotları mumla arıyoruz... Allah’tan 3 – 4 seferde bir makinesi bozulup denizin ortasında kalan Ertürk, Girne’ye vardı... Mutasyona uğradığımızdan anacığım üçümüzü de tanıyamamıştı...
Mehmetçiğin bizim en hassas noktamız olduğunu ve kendisini de kurtardığını unutup Kıbrıs sorununu adeta Türkiye çıkarmış gibi ötenlerin kafasına vura-vura hatırlatmak gerek... Kıbrıs’taki muhteşem otellerin hepsini, üniversitelerin hepsini Türk işadamları yaptığı gibi Türkiye’de milyonlarca dolar yatırım ve binlerce insanına iş imkanından vazgeçip Kıbrıs’ta ‘’Gazino İşletmesini’’ de Türkler başlattı... Otel, Üniversite ve Gazinolara kim para veriyor ??? TÜRKLER... K.K.T.C.’ye giren sıcak para yalnız ve yalnız Türkiye’den...
Şimdi, bazı kansızların villalarda oturup, lüks arabalara binip Rum dönemini övmesi, anacığımın 1958’de Türkiye’de üniversiteyi bitirmiş Kıbrıslı Türk Kadını olması nedeniyle beni herkesten daha çok kızdırıyor... 1964’den, 1969’e kadar, BEŞ SENE, Türk Subayı ile evli diye kendi memleketine Rum vize vermedi... Akraba ve tanıdıklar, 10 sene sonra kendisini ve ilk kez evlatlarını görsün diye 1969’da Ankara’dan Lefkoşa’ya B.O.A.C. İngiliz H.Y.’nın Comet’i ile uçtuk... Lefkoşa Havalimanında 6 ve 8 yaşlarında iki çocuğuyla anamı bütün yolcular çıktıktan sonra 3 saat beklettiler... Elindeki tek alyans ve boynundaki Türk Bayraklı kolyeye Kıbrıs’a altın ithalati yasak diye el koydular... Akrabalara getirdiğimiz akid şekerlerini çekiçle kırdılar...
Yine de Kıbrıs, Turistik olarak tam değerlendirilememiş bir madendir... Yapılabileceklerin bir tanesini, bir sonraki yazımda görecek ve heba edilmiş fırsatlara vah-vah diyeceksiniz...
Selamlarımla,