Son dönemlerde Türk turizmi üzerine çok sayıda yorum ve analiz yapılmaya başlandı. Herkes bir şeyler söylüyor, yazıyor, çiziyor. Elbette çok seslilik kıymetli. Çünkü doğruyu ararken farklı bakış açılarına ihtiyaç duyarız. Ancak şunu artık açıkça ifade etmek gerek: Türkiye’nin turizmdeki en büyük rakibi İspanya, İtalya ya da Yunanistan değil. Türkiye’nin en büyük rakibi yine kendisi.
Biz bu işi biliyoruz. Turizmle büyüdük, turizmle gelişiyoruz. Gerek doğal güzelliklerimiz, gerekse tarihi zenginliklerimiz rakip olarak görülen ülkelerle kıyaslandığında çok daha geniş bir yelpazeye sahip. Antalya gibi bir şehirde 600'e yakın 5 yıldızlı otel var. Bu, birçok ülkenin toplam kapasitesinden fazla. Her şey dahil sistemini bu kadar kapsamlı ve kaliteli uygulayan başka bir ülke yok. Gastronomi deseniz, çeşitlilik ve lezzet açısından rakip tanımıyoruz. Antik kentlerimiz, sahillerimiz, misafirperverliğimiz… Liste uzayıp gider.
Peki sorun ne?
Sorun, kendimizi ciddiye almıyor oluşumuz. Kendi değerimizi küçümsüyoruz. Her yıl aynı döngüyü yaşıyoruz: Erken rezervasyonlar ilgi görünce oteller fiyatlarını bir anda artırıyor. Sonra turist geri çekiliyor. Yaz gelince oteller fiyat indiriyor, bu kez erken rezervasyon yapan turist mağdur oluyor. Bu dengesizlik güven kaybına yol açıyor. Turist, tatilini planlarken “acaba fiyat değişir mi” endişesiyle hareket ediyor. Fiyat istikrarı sağlanmadıkça bu döngü kırılmaz.
Üstelik döviz kurunun baskılanması, yüksek enflasyon, artan enerji ve personel maliyetleri otel fiyatlarını olması gerekenden daha fazla artırdı. Bu artışlar elbette haklı gerekçelere dayanıyor. Çünkü sunduğumuz hizmet bu fiyatları hak ediyor. Ancak turist gözünde birden yaşanan bu sıçrama, algı açısından olumsuz etki yaratıyor. Oysa Avrupa’daki benzer kalitedeki oteller bu fiyatları yıllardır uyguluyor ve müşterileri bu fiyatlara alışkın. Türkiye'de ise bir anda artan fiyatlar, “pahalı” algısını beraberinde getiriyor.
O halde ne yapmalı?
Her şeyden önce Türkiye, rakip ülkelere göre değil, kendi potansiyeline göre strateji belirlemeli. Turist ne istiyor? Tatilde ne arıyor? Türkiye’ye geldiğinde mutlu oluyor mu? Güvende hissediyor mu? İşte bu sorulara odaklanmalı. Kendi kalitesini, tarihini, doğasını, mutfağını, misafirperverliğini öne çıkarmalı. Lüks oteller kendi değerlerini korumalı, düşük bütçeli tesisler ise uygun fiyat politikalarıyla dengeyi sağlamalı. Her bütçeye uygun tatil seçeneği zaten var. Ama bu çeşitliliği doğru fiyat politikasıyla sürdürülebilir hale getirmeliyiz.
Erken rezervasyon dönemleri disiplinle yürütülmeli. Fiyatlar güvenilir olmalı. Turist, hangi tarihte hangi otelin ne kadar olacağını bilmeli ve bu konuda sürpriz yaşamamalı. Turizm Bakanlığı da sadece izleyen değil, yön veren bir pozisyona geçmeli. Serbest piyasa elbette önemli, ama planlama ve düzenleme olmadan sürdürülebilir başarıdan söz etmek zor.
Türkiye’yi turist zaten seviyor. O zaman yapmamız gereken çok net: Kendi kendimizin ayağına çelme takmaktan vazgeçmek. Rekabeti dışarıda değil, içeride kendi içimizde doğru yönetmeliyiz. Kendi değerimize sahip çıktığımızda, güven verdiğimizde, istikrar sağladığımızda Türk turizmi çok daha güçlü bir yere gelecektir.
Unutmayalım, biz bu işi gerçekten iyi yapıyoruz. Yeter ki kendimize engel olmayalım.